Ölme Zamanı

Ölüm, insanlığın öz künyesi. Ölüm, yaşamdan daha eski. Ölüm, doğumdan önce müjdelenen. Hiç şüphesiz ki insan var olduğundan beri var olan, hatta insandan önce de var olmaya devam etmiş bir olgudur ölüm. Hayat verilmeden önce ölü olduğumuz gibi hayat alındıktan sonra da ölümden başkası değildir bizi karşılayacak olan. Bunu bilir ve bu bilgiyle yaşarız. Doğduğu an kucağa verilen bebek elbette toprağa da verilecektir zamanı geldiğinde. Ölüm; adımızdan önce bilinir, namımızdan önce anılır. İki kalp atışının ve iki nefesin arası ölümdür bizim için. Şiire, müziğe, filme girmiş; hayatımızı baştan başa kuşatmıştır. Ve elbette her şeyin zamanla değiştiği gibi ölümde değişmiş, modern zamandan ölüm de payını almıştır.

Bundan yüz yıl öncesine kadar ölüm insan için aynı şeyi ifade ediyordu. 100 yıl önce ölmekte olan bir adam ile 600 yıl önce ölmekte olan adam benzer deneyimler paylaşıyordu. Ölüm döşeğinde olmak ikisi için de ortaktı. Ölüm döşeği kişinin kendi evinde, görmeyi istediği kişilerin yanında, dilerse kalkıp gezeceği, dilerse yatacağı bir ortam sunardı. Kişi öleceğini bilir ve farkındadır. Yakınları öleceğini sezer ve farkındadır. Ölüm hakkında konuşmaktan çekinilmez. Ölüm daha kolay kabullenilir, daha çabuk içselleştirilir. Ölmekte olana daha çok söz hakkı verilir. Son anlarını nasıl geçirmek istediğinin yakınları nezdinde kabul gören bir karşılığı olur. Zira eski dönemlerde var olan çaresiz hastalık sayısı elbette günümüzden daha fazlaydı. Kişi bu hastalıklardan birine yakalanırsa hekim çağrılır, o da çözümsüz olduğunu söyler ve ölmekte olan kişiyi sevdikleriyle beraber bırakıp ayrılırdı. Belki ölümcül hastalıklar daha fazlaydı fakat insan, insan olduğu için değer görürdü. Yaşamda ölümden daha önemli bir deneyim yoktur. Bütün bir hayat ölmek içindir. Doğduğu andan bu yana koskoca bir hayat biriktiren kişi elbette değerli bir ölümü de hak etmektedir.  Ölüm döşeği bunu sağlıyordu. Peki günümüzde ölmekte olan birini ne bekliyor?

Tıbbın ilerlemesi eskiden ölümcül olarak tanımlanan hastalık sayısında kayda değer bir düşüş meydana getirdi. Tıp ilerlemeye gün geçtikçe devam ediyor ve daha adını bile bilmediğimiz nice hastalıklarda önemli ilerlemeler kaydediliyor. Bu elbette iyi bir şey, buna karşı çıkmak muhakkak ki yersiz olur. Fakat tıp ruhunu kaybediyor. Öznesini kaybediyor. İnsan yaşatılmak istenen bir değerken şimdi ise makinevâri bir nesne olarak görülüyor. Bu insanın Tanrı kompleksi yaşamasının bir tezahürü. Hastalıklarla mücadele gücü arttıkça her şey kontrolde hissi doğmuş, adeta Tanrıyla yarışa girilmiştir. Ama gerçek olan şu ki sayıları geçmişe göre az da olsa tıbbın çaresiz kaldığı hastalıklar hâlâ mevcut. Bunu hastalar çoğu zaman kabullenir. Ama doktorlar ve hasta yakınları için aynı şeyi söylemek maalesef zor. Doktorların misyonu hastayı iyi etmek değil artık, daha uzun süre yaşatmak. Ne olursa olsun “hasta kendini iyi hissediyor mu? Mutlu mu? Bu kadar tedbiri gerçekten istiyor mu? Bin bir prosedürle en fazla birkaç hafta uzayacak ömrünün son günlerini gerçekten de bu hastane duvarları ve yatağı üzerinde lezzetsiz hastane yemekleri ve bıkkın bakım personellerinin etrafında dolaşıp kimsenin ona ne istediğini sormadığı şekilde geçirmek istiyor mu?” diye asla düşünmeden uzattıkça uzatmayı meslek edinmiş birçoğu. Bir çare varsa elbette değerlendirilsin ama çarenin olmadığını dile getirmek bile yasaklanıyor doktor tarafından. Hastalar en çok da bu durumdan şikayetçi olduklarını dile getiriyor. Hasta öleceğini biliyor ama doktorla bu konuyu konuşamıyor. Hasta öleceğini biliyor ama yakınlarıyla bu konuyu konuşamıyor. Ne zamandan ölümden bahis açılsa susturuluyor. Sahte teselliler, iyi olacaksınlar havada uçuşuyor. İyi ama hasta ölüyor ve bunun farkında. Hasta yakınları da ne kadar inanıyor bu tesellilere tartışılır. Hasta yakınları asla anlam veremediğim bir şekilde hastadan hasta olduğunu saklamaya çalışıyorlar. Sizce haftalardır hastanede olan, her gün başka bir ilaç, kontrol, serum, tahlil, prosedürle uğraşan kişi hasta olduğunu bilmiyor olabilir mi? Ve hastalık ciddi olmasa bu kadar şeye gerek olmayacağını fark edebilecek kapasiteden uzak mı bu adam? Ölüm niye bu kadar tabulaştırılıyor? Üstelik asla geri alınamayacak bir hata bu. Yakınları için kalıcı pişmanlık, ölmekte olan can için inanılmaz bir kırgınlık. İnsanları bir dostun kollarına bırakır gibi ölüme uğurlamaktan nasıl da bu denli uzaklaştık? Ölüm bu dünyanın bir hakikati değil mi?

Zaman değişir; teknoloji, bilim değişir. Ama insan değişmiyor. Zamanla bazı şeyleri elbette değiştireceğiz. Zaman da elbette bizi belli ölçüde değiştirecek. Zaman daima ileri akıyor ama asla bir saniye bile geri akmıyor. En ufak bir anını bile geri alamadığımız bu hayata en şerefli şekilde veda edebilmek hepimizin hakkı değil mi? Öyleyse bir kez daha gönülden okuyalım Nazım’ın dizelerini:

“Yedi tepeli şehrimde

Bıraktım gonca gülümü

Ne ölümden korkmak ayıp

Ne de düşünmek ölümü

En acayip gücümüzdür

Kahramanlıktır yaşamak

Öleceğimizi bilip

Öleceğimizi mutlak “

Ölmeden önce ölümünü düşleyene bin selam…

Muhammed Kürşat Orhan

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir